NİCE MİS KOKULU ORKİDELERE İTHAFEN...
         Her kitap, her şiir, her mürekkep karışırken bir parça parşömene daha çok kırdığını hissediyordu içindeki paslı zincirleri. Çölde kalmış bedevinin suya hasreti gibi yazmaya ihtiyacı vardı sadece. Başı ağrıyordu ve odadaki sigaraya karışmış ekşimsi koku midesini iyiden iyiye bulandırıyordu. Duvarda kar taneciklerini andıran şarap lekelerinden gözlerini ayırarak son bir defa daha daktiloyla buluşmaya çağırdı parmaklarını. Son kez dokunuyordu belki de sevgilisine. Derin bir nefesle doldurdu ciğerlerini ve kelimelerin sihirli melodisine kaptırdı kendini.

     “Yazmaya nereden başlayacağımı bilemiyorum. Önümde buruşturulup atılmış bir düzine kağıt yalvarır gözlerle, dök artık eteğindeki taşları, diyorlar.
      Yıllar önce küçük bir sahil kasabasında, şimdilerde ne halde olduğunu bilmediğim bir yer, doğa ana iki tohum bahşetmiş ana rahmine. Biri mis kokulu Yasemin öteki ise güzelliği ile herkesi büyüleyen ama tutunacak toprağı bile olmayan yapayalnız bir Orkide...  Annemin iki çiçeği oldu böylece. Gözünden bile sakındı, sevgiyle besledi, gözyaşlarıyla suladı, şefkatiyle gün ışığı oldu Yasemin ve bana. Babasız büyümek hep bir dalımızın kırık olmasına alışmaya çalışmaktı. Yetimlik O kalabalık çiçek bahçelerinde bizi her zaman diğerlerinden farklı kılsa da hayata tutunmak için köklerimiz henüz sağlamdı.
    Yasemin benden 4  yaş büyük olmasına rağmen hep bana kol kanat gerdi ve annemizi de toprak anaya feda ettiğimizde 13 yaşında anne olmaya mecbur bırakıldı. Bense annemle gömdüm bir kökümü. Yasemin ile birlikte büyüdük, o kirli paslı yollarda birlikte çamurdan pastalar yaptık, mahalledeki çocuklarla kavgaya tutuştuğumda birlikte dayak yedik eli maşalı annelerinden. Okula ilk o başladığında hasta annemin başında saatleri saymayı ilk ben öğrendim ama. O gün bugündür hep saatleri sayarım. Yasemin 5’te eve geleceğinden 4’te başlardı benim heyecanım. Bakkal Rüstem’in oğluna hayrandım o sıra, bir kese misketi vardı ve mahalledeki tüm çocuklar onunla misket oynamak için sıraya girerlerdi. Orhan Yasemin ile aynı sınıftaydı. Her gün saatlerce anlattırırdım okulda Orhan’ın kimlerle oynadığını, kaç kere parmak kaldırdığını, öğretmene ne dediğini, ev yolunda Yaseminle konuştuklarını. Sonra geceleri hepsini tekrar ederdim gözlerimi sımsıkı kapatıp. Kendi filmimi çekerdim çocuk aklımda, karanlık zihnimde. Annemin öksürük sesleri bölerdi filmimi, kaybolurdu Orhan’ın bebek yüzü ve misketleri. Yasemin’in ağladığına şahit oldum kaç gece annem ciğerini kusarken. Böylece ben aşk ile Yasemin omuzlarındaki yüklerle tanışmış oldu henüz çocuk yaşta. Annemin bir bulut olduğunu kabul edip gökyüzüne süzüldüğüne inandırırken kendimi genç kız oluverdim. İlk şiirimi yazdığım Orhan’ın düğününe gittim ve hiç ağlamadım. Sonra Yasemin’i uğurladım bir başka kente. İstanbul’da üniversite okumaya gittiği zaman yapayalnız kaldığımı fark ettim. İlk Yasemin bıraktı sandım ellerimi. Benim telefonum yoktu o zamanlar, hoş yaşıtlarımda kimsede yoktu ya. Amcamlar Yasemin’e kapılarını açtılar, cebine de bir telefon koydular. İstanbul büyükşehir neticede. Çaldır kapatın aklımdasın demek olduğu dönemlere tekabül ettiği o seneler, bulduğum her telefondan Yasemin’i çaldırdım kapattım. Hep aklımdaydı küçük annem, hep içimde bir yerlere daha derin kökler salıyordu uzaktan. Yaz tatilini iple çektiğim o sene birden zaman dursun istedim. İlk yaramı orda aldım belki de. Yan sınıfa bir memur çocuğu gelmiş tüm okul onu anlatıp duruyor derken aynı şarkıya tutuluyoruz Metin ile. Uzaktan uzaktan bakışmalar, gizli saklı buluşmalar, yanındayken zaman dursun diye çırpınışlarımın yerini, içimi derinden kasıp kavuran bu yangını söndür Tanrım diye yalvarışlar alıyor. Döndüğüm her köşede gözlerim bir çift gözü arar olmuştu, attığım her adımda ayak izlerine rastlama arzusuyla yanıp tutuştuğum o zamanlar anladım ki annemin dizlerine uzanıp ağlarsam belki bir nebze sönerdi içimin ateşi. Bense sayfalarca mektup yazıyordum Yasemin’e. Ona öyle muhtaçtım ki ekmek gibi, hava gibi. Şimdi bile bu satırları yazarken nefesim yetmez oldu. O zamanlar öğrendim yazmanın, daha çok yazmanın iyileştirici etkisini. Beni mutlu eden tek şey Yasemin’inden gelen iki satır mektup olmuştu. Beni çok sevdiğini ve özlediğini yazıyordu hep. Elim yetişmese de saçlarına, kalbine fısıldıyorum, hepsi geçecek diye teselli ediyordu beni kilometrelerce uzaktan. Mektuptan sonraki bir hafta adeta mutlulukla doluyordum ama haftanın sonuna doğru yine solduruyordum yapraklarımı. Orhan’ın düğününde hiç ağlamadım ama yıllar sonra Metin’in düğün davetiyesiyle günlerce yataktan çıkamadım. Uzun bir süre atlatamadım, kimseye şiirler yazmadım. İçimde bağıran o kadını susturdum ve bu hayattaki tek şansımın mutluluğuna sevinmeye karar verdim. Yasemin önce bir olmayı daha sonra birlik olmayı öğrendiği bir adamla o övüp bitiremedikleri dünyaevine girdi. Gülüşü daha bir aydınlandı, gözleri daha bir parlamaya başladı, o mis yasemin kokusu çevresini çepeçevre sardı. Mutluydu. Bense hala ellerim kanlar içinde hayata tutunmaya çalışıyordum. En ufak olayları bile günlerce düşünüp yataktan çıkamadığım günleri takiben sık sık hastalanmaya başladım. İlk ben aşık oldum ama önce Yasemin bir fotoğrafı tamamladı. Yıllar böyle akıp giderken, kalp denen organın yalnızca dolaşım sistemine etkisi olduğuna inanmışken bir kez daha bir masala inandım. Bir kez daha bir kokuyu içime çekerken huzur diledim. Çocukluk yıllarımdan kalma ZİHNİMİN SİNEMA SALONU’nun kepenklerini kaldırdım ve geceleri bir düşe düşmeden hayallerimi oynattım perdede. Küçük eller ve ayaklar hayal ettim. Bir canlıya anne olabilmeyi, aile olabilmeyi… Her gece aynı film oynarken gündüzleri işler pek yolunda gitmemeye başlamıştı. Ve bir gün veda ettim küçük ellere, ayaklara, gözümü kapattığımda gördüğüm o kusursuz yüze. Hep vazgeçilen olduğumu fark ettim sonra. İnsanlar gelip geçiyorlardı yanımdan. Otobüs terminalleri gibi hissettim kendimi uzunca bir süre. Gelen gidiyordu ve kimse her terkedilişimde köklerimin kopup gittiğini görmüyordu. Artık emindim, beni iyileştirebilecek bir sevgi yoktu kainatta. Artık iyileşmeyecektim. Kimseler evine almayacak beni, kimseler titremeyecekti üstüme, solup gitmemden korkanlar olmayacaktı. Düştüğüm çukurda yok olup gidecektim ki Yasemin elimden tuttu yine yeniden. Yazdım, yazdıkça kabuk bağladım. Kabuk bağladıkça gülmeyi öğrendim yeniden. Ama bir daha hayal kurmadım. Hayal kurmak bana göre artık üzülmek demekti çünkü. Bu hayatın bana vermeye tenezzül etmeği şeyleri istemekten vazgeçtim. Uzunca bir süre biraz ilaçların ve çokça Yasemin’in şifalı dokunuşlarıyla tekrardan doğruldum. Ben hayattan bir şeyler istemeyi bıraktım ama hayat elimdekileri daha fazla almaktan bıkmadı. Yasemin de annem gibi ciğerini kusar gibi öksürmeye başladığında korkudan ne yapacağımı bilemedim. Ve yine diz çöküp yalvardım Tanrı’ya ,hayat dolu bir çiçeği koparmasın diye. Benim yakarışlarım yukarıya ulaşmıyor sanırım. Bunu 2 gün önce Yasemin le birlikte kalan son kökümü gömdüğümde anladım. Kime veda edeceğimi bilmeden son defa yazmak istedim. Bir nehir tasavvur edin hangi denize karışacağını bilmeden akıp giden ama en sonunda başka bir suya ulaşamadan kuruyan bir nehir. Ben akmayı bugün bırakıyorum. Bu dünyadan geçen nice Orkidelerin sessiz çığlığına ve mis kokulu yaseminlere veda ederek yeryüzünden kaybolup gi…”

   Gözyaşları görmesini engellemeye başlayınca masadan kalktı. Balkona ilerledi. Caddenin ışıl ışıl renklerine ve kalabalıklar içinde varolmaya çalışan insanlarına uzunca bir süre baktı. Hayatta kalmayı başarabilmiş olmalarına imrendi. Saksıdaki yaseminlere sessiz bir veda edip emin adımlarla kurtuluşu olduğuna inandığı yola ilerledi…
 

Yorumlar